26 Ekim 2012 Cuma

Büyücünün Laneti...(2)


Sabah olduğunda köy yaralarını sarmaya başlamıştı erkenden. Kimse büyücü hakkında tek kelime edemiyordu. Herkes korkuyor ve başlarına gelen bu olayı kafasına göre yorumluyordu. Olayın üzerinden 4 gün geçti, halk artık daha rahattı, olanlar unutulmaya başlamıştı. Her şey olağan haliyle devam ediyordu. Meydan da ki köpek ölüsü kaldırılmamıştı bir tek. Orada çürümeye terk edilmişti, etrafında şimdiden yüzlerce sinek uçuşuyor ve oldukça kötü bir koku yayıyordu.
5. gün sabah erken saatlerde büyücü aniden tekrar ortaya çıktı. İnsanlar işlerinin bir kısmını bitirmiş, yemek yiyordu. Güneşli havaya rağmen bir rüzgar esmeye başladı. Kulakları sağır edecek gibi bir uğultusu vardı. Birkaç saniye esen rüzgar biranda dindiğinde büyücü yine meydandaydı. Köpek ölüsü ise gitmişti. Kimse bu olaya anlam veremese bile, sorgulamayı da akıllarından geçirmediler, geçiremediler.
Büyücü bugün elinde bir asa taşıyordu. Sakince halkı süzdü. Birkaç dakika boyu hiçbir şey demedi, halk yavaş yavaş meydana toplanmıştı. Kimseden tek ses çıkmıyordu.
‘Bugün, sizden bir kurban daha istiyorum. Bir önce ki kadar basit değil. Mahsullerinizden verim almak istiyorsanız köyün en yaşlısını kurban etmeniz gerekiyor. Ölü toprak kalkacak ve yerine yeni, verimli toprak gelecek.’

Herkes korkuyla birbirine bakıyordu. Büyücü ise dediklerinin etkisinin artmasını bekliyordu.
‘Eğer bu dediğimi yapmazsanız, köyünüzde ki tüm yeni doğan bebekler ve hayvanlar ölecek, mahsulünüz tutmayacak!’
O sırada halkı yararak bir adam elinde ki baston niyetine kullandığı sopaya dayanarak zorlukla ilerledi.
‘Madem bu gerekiyor, geri kalan kısacık ömrümü köyüm için feda etmeye hazırım!’
Herkes şaşkınlıkla bakıyordu, kimse böyle bir şey beklemiyordu sonuçta. Büyücü, yaşlı adama doğru ilerlemeye başladı. Sağ elini ona doğru uzattı, yaşlı adam diz çöktü. Herkes bu olan biteni izliyor; sonunu merak ediyordu.
Büyücü elini havada sanki tablo çiziyormuş gibi hareket ettirdi. O anda yaşlı adam alevler içinde kaldı. Herkes geri çekildi. Yaşlı adam çığlık atıyor, görünmez zincirlerinden kurtulmaya çalışıyordu. Ama bir türlü hareket edemiyordu. Etrafta yanık insan etinin mide bulandırıcı kokusu hâkimdi. Birkaç dakika boyu yaşlı adam çığlık atmayı sürdürdü. Herkes sanki bir güç onları buna zorluyormuş gibi; yanan adamı izliyor, başlarını çeviremiyorlardı. Yaşlı adamın sesi kesildiğinde, büyücü eliyle görünmez tablosunu çizmeye devam ediyordu. Yaşlı adamdan geriye kalan kemikler ise yavaşça toz olarak yere dökülmüştü. Meydanda büyük bir toz yığını ve büyücü vardı artık.
‘Bu tozu ekim yapacağınız topraklara serpin.’
Bu sözleri söyledikten sonra ağır adımlarla uzaklaştı ve gözden kayboldu.
Halk o gittikten sonra ancak, hareket edebildi, kusanlar, ağlayanlar… Etrafta korku ve yanık et kokusu hakimdi.
Büyücü gelmeye devam etti. Bazen bir bebek, bazen bir bakire kurban istedi. Dediklerini yaptıkça halk vaatlerin gerçek olduğunu anladı. Ama büyücü durmak istemiyordu. Bazen onun istediklerini yerine getiremedikleri oluyordu. Bir keresinde 4 yaşında bir erkek çocuğunu kurban olarak seçmişti. Anne ve babası itiraz edince; önce ailenin evini yakmıştı, sonra ise bu aileyi canlı canlı toprağa gömmüştü. Büyücünün gücü artıyor, köylüler topraklarından, hayvanlarından oldukça fazla verim alıyordu. Ama kimse mutlu değildi. Nüfus iyice azalmış 300 civarı olmuştu. Hep insan istemiyordu büyücü. Bazen büyük bir şey-bir büyü için hayvan istediği oluyordu. Genelde yaban hayvanlarını kullanıyordu. Bunun ne kadar devam edeceğini kimse bilmiyordu; tek bildikleri bir gün sıranın kendilerine geleceğiydi…
İşte o gün geldiğinde, büyücü büyük bir aslan istediğinde tek gönüllü o genç olmuştu. Büyük ormana daha önce giden gönüllüler de olmuştu. Çoğu ya ölmüş ya da bir uzvunu kaybetmişti. Orman kötülüklerle doluydu. Ormana gidip, geri dönebilen nadir insanlar orada gördüklerini anlatırken bile bembeyaz kesiliyorlardı, tabi kelimelere dökebilirlerse veya dilleri kopartılıp alınmamışsa…
Söylenilene göre orada bir kabile vardı. Bu kabile insan eti yiyor, tanrılarına verecekleri kurbanlarına önce işkence ediyorlardı… Vahşi hayvanlar veya ortalıkta dolaşan hayaletler hariç… Böyle bir yere gidecek olanın ya muazzam bir savaşçı ya da deli olması gerekiyordu. Bu genç köylülerin gözünde kesinlikle deliydi.

Köylüler iyice düşündükten sonra başka şansları olmadığını düşündüler. Madem tek seçenek o genç çocuktu, o zaman onu hazırlamaya bakmalıydılar. Zaten köyde uğursuzluk gibi gözüken çocuğun ölmesi köy için önem arz etmiyordu. Doğduğu gün köyü büyük bir sel basmış, annesi ise onu doğururken acılar içinde ölmüştü. Babasının kim olduğu zaten bilinmiyordu. Doğduğu gün resmen gök yarılmış, yağan yağmur köyü mahvetmişti. O yüzden çocuğa eski dilde yağmur anlamına gelen Varsham ismini vermişlerdi. Yıllar geçtikçe büyüyen çocuk, kendini diğer herkesten farklı olarak okumaya ve çizmeye vermişti. O gün, yani büyücünün aslan istediği günden bir gün önce bir hayal görmüştü. Bir rüya değildi, uyanıktı. Ama birden bilincini kaybetmiş ve kendini beyazlar içinde bir yerde bulmuştu, bulutların üzerinde olduğunu sonra anlayabilmişti. Tüm dünya ayaklarının altındaydı, gökyüzü ilk kez bu kadar güzel, hava ilk kez bu kadar ferahtı. Uzun sakallı ve gür sesli bir adamın sesiyle irkildi.
‘Yağmur yağacak ve ateş sönecek!’
Bunları diyen adam uzun süre kendi etrafında döndü. Sonra durup gözlerine baktı.
‘Beni bul oğlum! Beni bul!’
Varsham kendine geldiğinde önce bunlara anlam veremedi. İçinde farklı duygular kök salmıştı. O adam kimdi? Dedikleri ne anlama geliyordu? Ona neden oğlum demişti? İşte bu sorularla kafası meşgul olurken geldi büyücü. Bu bir işaret değildi de neydi. Gönüllü oldu, ölümden deli gibi korkarken, onu neler beklediğini bilmeden…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder