20 Ağustos 2012 Pazartesi

Şekerci Kadın


Yine bir bayram gelmişti. Şekerci kadın yine yırtık pırtık elbisesiyle sokağın köşesinde durmuş mahallenin çocuklarına şeker dağıtıyordu. Çocuklardan birinin annesi balkondan oğluna bağırdı: “Sakin alma o kadından şekerleri, nereden geldiği belli olmayan pis şekerleri yediğini görürsem kemiklerini kırarım senin.”
Bir başkasının annesi koştur koştur gelip çocuğunu kadının yanından çekiştire çekiştire götürerek:
 “O pis kadının şekerleri yenmeyecek demedim mi sana.” Diyerek tokatı patlattı.

Mahallenin manavı sesleri duyup geldi. Çocukları eliyle savuşturup şekerci kadını itti. Kadın itmenin etkisiyle yere düştü.  Kendinden geçti. Zaten yırtık olan eski kıyafetleri iyice toza toprağa bulandı.
Manav “Kadın sana bir daha çocuklara şeker vermeyeceksin demedim mi? Laftan anlamaz mısın sen? Tamam, evin barkın yok diye iyi davranıyoruz ama insanı da dinden imandan çıkarma. Tövbe tövbeee…” diyerek geri döndü.

Kadın baygın halde yerde yatarken karanlıklar içinde oğlunun ona doğru geldiğini gördü. Eli yüzü kan içindeydi. “Kim yaptı sana bunu” diye sordu kadın. “Onlar…  Beni onlar öldürdü.  Acımadan kıydılar bana…” dedi ve kaybolmaya başladı oğlunun sureti. Kadın “Oğlum gitme…” diye mırıldandı.
Kadın ayılmaya başladığında çocukların meraklı ve ürkek gözleri üzerindeydi. Başında bir acı hissetti. Elini başına götürüp baktığında kanadığını gördü.
Sonra zar zor doğruldu, yere dağılan şekerlerini topladı, üstündeki siyah, yamalı örtüyü eliyle hafifçe çırpar gibi yaptı. Epey eskimişti elbisesi ta şeyden beri hep bunu giyerdi… Oğlunun kaybolduğu, 3 gün sonrada falezlerde cesedinin bulunduğu bayramdan beri…
Ayağa kalktı. Başını öne eğip gözlerini kıstı. İçi öfkeden yanıp tutuşuyordu. Yüzünü buruşturdu ve yürümeye başladı. Kapısı kırık, derme çatma barakasından içeri girdi. Şekerlerini tezgâh olarak kullandığı paslı bir masanın üstüne koydu. Yıllardır kendi imkânlarıyla, bayramda çocukları sevindirmek için küçük kazanında şeker kaynatırdı. İçine de manav görmeden aşırdığı meyvelerden koyardı. Dışarıdan çıktı, çalılıktan kopardığı birkaç dalla ateş yaktı. Eski bakır tencereden bozma, odun ateşi üstünde pişmekten kararmış kazanını getirdi, üstüne koydu.  Dün özene bezene pişirdiği şekerlerini içine attı tekrar. Sonra ormandan topladığı kırmızı bir yabani meyveyi içine attı.
O yöredekilerin “Kurt Koparan” dedikleri bir meyveydi bu. Acemi çobanlar yanlışlıkla sürüsüne yedirtti mi bir kere bu meyveden, bir daha iflah olmazdı o sürü.  Hep beraber toplanıp ormana kaçardı. Sonra kimi kurda kuşa yem olur kimi uçurumdan kayalıklara düşerdi. Bir de arsız bir meyveydi ki sormayın. Sökerlerdi yenisi biterdi, yakarlardı yenisi çıkardı. Sırf o meyveden dolayı köylüler ne kendileri giderdi ormana ne çocuklarının gitmesine izin verirlerdi. Şekerci Kadın, kurt koparandan bol bol koyduğu şekerlemesinin kaynamasını izledi. Gözleri dalıp gitti. Hala yıllar önce kaybettiği oğlunun acısını taşıyordu yüreğinde. “Onlarda…” diye düşündü… “Onlarda bu acıyı yaşamalıydı. Hem zaten biraz da onların yüzünden ölmüştü biricik oğlu. Hiç biri de koşmamıştı aramak için yardımına, şuncağızcık sabi kaybolduğunda. Babası yok diye yıllardır hor gördükleri evladının da sebebi olmuşlardı işte.” Şekerleme giderek kızarmaya giderek iştah açıcı bir kırmızılığa dönmeye başlamıştı. Tahta kaşığıyla kıvamının gelip gelmediğini kontrol etti. Sonra, dün şekerleri soğuması için döktüğü naylonu getirip tekrar serdi. Şekerleri donup katılaşması için küçük küçük parçalar halinde naylonun üzerine döktü. O kadar güzel bir kırmızlık halindeydi ki şekerler hiçbir çocuğun bunları görüp de yememesi mümkün değildi. Bayramın ikinci günü sabah erkenden yeni yaptığı şekerlerini torbasının içine doldurdu. Yine aynı köşe başına gitti. Kadının orada durduğunu bir çocuğun fark etmesi bile diğerlerinin haberdar olması için yeterdi. Mahallenin çocukları –kendilerinin taktığı adla–  “Şekerci Kadın”ın geldiğini görüp ailelerine fark ettirmeden soluğu onun yanında aldılar. Her bayram mutlaka, birbirinden tatlı şekerler verip başlarını okşayan bu kadının şekerlerinden yemek için sıraya dizilirlerdi. Şekerci Kadın mahallenin tüm çocuklarının toplandığına ikna olup şekerlerinden birer ikişer vermeye başladı çocuklara. Bu kırmızı şekerlerden yiyen her çocuk hipnotize olmuş gibi gözü şekerlerden başka hiçbir şeyi görmez oluyordu. Kadın, elinde şeker torbası, şekerlerinden birer ikişer vererek yürümeye başladı. Çocuklarda fareli köyün kavalcısının peşindeki fareler gibi onun peşin sıra gidiyordu. Kadın yürüyor, yürürken de şekerlerinden birer ikişer çocuklara veriyordu. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Ta ki ormanın içinden geçip falezlerin ucuna gelene dek. Uçurumun kenarında durdu, aşağı baktı. Gözünün önüne yıllar önce ölen oğlunun cesedi geldi. Her dalgayla evladının cansız bedeninin kayalara çarpışını dün gibi hatırlıyordu. Gözlerini kapadı.

Elini torbasının içine sokup son kalan şekerleri de avucuna aldı. Sonra uçurumdan aşağı tek bir hamlede savurdu. Çocuklar da oyun oynuyormuşçasına şekerlerin peşinden bir bir aşağı atladılar. Hepsi aşağıdaki sarp kayalığa çarparak birer birer can verdiler. Aileleri ise misafirleriyle o kadar meşguldüler ki çocuklarının kaybolduğunu ancak saatler sonra fark ettiler. Sokağa çıkıp aramaya koyuldular ama nafile mahallede bir tek çocuk bile kalmamıştı. Her yeri aradılar ama hiçbir yerde yoktular. Muhtar ormanlık tarafa bakmayı önerince mahallelinin aklına ormanın sonundaki uçurum geldi. Yıllardır kimse ormana girmediğinden hiç akıllarına gelmemişti uçuruma bakmak. Hepsi koşar adım uçuruma gittilerse de artık çok geçti. Falezlerde tam yirmi sekiz tane çocuk cesedi vardı. Su çocukların kanlarından kıpkırmızı olmuştu. Aynı Şekerci Kadın’ın şekerleri gibi…


Hikayeyi tekrar gözden geçirmem için ısrarlarda bulunan ve bazı yerlerde değişiklik yapmam konusunda teşvik eden Hades Kharon'a teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder