Şekerci Kadın
Yine bir
bayram gelmişti. Şekerci kadın yine yırtık pırtık elbisesiyle sokağın köşesinde
durmuş mahallenin çocuklarına şeker dağıtıyordu. Çocuklardan birinin annesi
balkondan oğluna bağırdı: “Sakin alma o kadından şekerleri, nereden geldiği
belli olmayan pis şekerleri yediğini görürsem kemiklerini kırarım senin.”
Bir başkasının annesi koştur koştur gelip çocuğunu kadının yanından çekiştire
çekiştire götürerek:
“O pis kadının şekerleri yenmeyecek
demedim mi sana.” Diyerek tokatı patlattı.
Mahallenin manavı sesleri duyup geldi. Çocukları eliyle savuşturup şekerci
kadını itti. Kadın itmenin etkisiyle yere düştü. Kendinden geçti. Zaten yırtık olan eski
kıyafetleri iyice toza toprağa bulandı.
Manav “Kadın sana bir daha çocuklara şeker vermeyeceksin demedim mi? Laftan
anlamaz mısın sen? Tamam, evin barkın yok diye iyi davranıyoruz ama insanı da
dinden imandan çıkarma. Tövbe tövbeee…” diyerek geri döndü.
Kadın baygın halde yerde yatarken karanlıklar içinde oğlunun ona doğru geldiğini
gördü. Eli yüzü kan içindeydi. “Kim yaptı sana bunu” diye sordu kadın. “Onlar… Beni onlar öldürdü. Acımadan kıydılar bana…” dedi ve kaybolmaya
başladı oğlunun sureti. Kadın “Oğlum gitme…” diye mırıldandı.
Kadın ayılmaya başladığında çocukların meraklı ve ürkek gözleri üzerindeydi. Başında
bir acı hissetti. Elini başına götürüp baktığında kanadığını gördü.
Sonra zar zor doğruldu, yere dağılan şekerlerini topladı, üstündeki siyah,
yamalı örtüyü eliyle hafifçe çırpar gibi yaptı. Epey eskimişti elbisesi ta
şeyden beri hep bunu giyerdi… Oğlunun kaybolduğu, 3 gün sonrada falezlerde
cesedinin bulunduğu bayramdan beri…
Ayağa kalktı. Başını öne eğip gözlerini kıstı. İçi öfkeden yanıp tutuşuyordu.
Yüzünü buruşturdu ve yürümeye başladı. Kapısı kırık, derme çatma barakasından
içeri girdi. Şekerlerini tezgâh olarak kullandığı paslı bir masanın üstüne
koydu. Yıllardır kendi imkânlarıyla, bayramda çocukları sevindirmek için küçük
kazanında şeker kaynatırdı. İçine de manav görmeden aşırdığı meyvelerden
koyardı. Dışarıdan çıktı, çalılıktan kopardığı birkaç dalla ateş yaktı. Eski
bakır tencereden bozma, odun ateşi üstünde pişmekten kararmış kazanını getirdi,
üstüne koydu. Dün özene bezene pişirdiği
şekerlerini içine attı tekrar. Sonra ormandan topladığı kırmızı bir yabani
meyveyi içine attı.
O yöredekilerin “Kurt Koparan” dedikleri bir meyveydi bu.
Acemi çobanlar yanlışlıkla sürüsüne yedirtti mi bir kere bu meyveden, bir daha
iflah olmazdı o sürü. Hep beraber
toplanıp ormana kaçardı. Sonra kimi kurda kuşa yem olur kimi uçurumdan
kayalıklara düşerdi. Bir de arsız bir meyveydi ki sormayın. Sökerlerdi yenisi biterdi,
yakarlardı yenisi çıkardı. Sırf o meyveden dolayı köylüler ne kendileri giderdi
ormana ne çocuklarının gitmesine izin verirlerdi. Şekerci Kadın, kurt
koparandan bol bol koyduğu şekerlemesinin kaynamasını izledi. Gözleri dalıp
gitti. Hala yıllar önce kaybettiği oğlunun acısını taşıyordu yüreğinde.
“Onlarda…” diye düşündü… “Onlarda bu acıyı yaşamalıydı. Hem zaten biraz da
onların yüzünden ölmüştü biricik oğlu. Hiç biri de koşmamıştı aramak için yardımına,
şuncağızcık sabi kaybolduğunda. Babası yok diye yıllardır hor gördükleri
evladının da sebebi olmuşlardı işte.” Şekerleme giderek kızarmaya giderek iştah
açıcı bir kırmızılığa dönmeye başlamıştı. Tahta kaşığıyla kıvamının gelip
gelmediğini kontrol etti. Sonra, dün şekerleri soğuması için döktüğü naylonu
getirip tekrar serdi. Şekerleri donup katılaşması için küçük küçük parçalar
halinde naylonun üzerine döktü. O kadar güzel bir kırmızlık halindeydi ki
şekerler hiçbir çocuğun bunları görüp de yememesi mümkün değildi. Bayramın
ikinci günü sabah erkenden yeni yaptığı şekerlerini torbasının içine doldurdu.
Yine aynı köşe başına gitti. Kadının orada durduğunu bir çocuğun fark etmesi
bile diğerlerinin haberdar olması için yeterdi. Mahallenin çocukları –kendilerinin
taktığı adla– “Şekerci Kadın”ın
geldiğini görüp ailelerine fark ettirmeden soluğu onun yanında aldılar. Her
bayram mutlaka, birbirinden tatlı şekerler verip başlarını okşayan bu kadının
şekerlerinden yemek için sıraya dizilirlerdi. Şekerci Kadın mahallenin tüm
çocuklarının toplandığına ikna olup şekerlerinden birer ikişer vermeye başladı
çocuklara. Bu kırmızı şekerlerden yiyen her çocuk hipnotize olmuş gibi gözü
şekerlerden başka hiçbir şeyi görmez oluyordu. Kadın, elinde şeker torbası,
şekerlerinden birer ikişer vererek yürümeye başladı. Çocuklarda fareli köyün
kavalcısının peşindeki fareler gibi onun peşin sıra gidiyordu. Kadın yürüyor,
yürürken de şekerlerinden birer ikişer çocuklara veriyordu. Yürüdü, yürüdü ve
yürüdü. Ta ki ormanın içinden geçip falezlerin ucuna gelene dek. Uçurumun
kenarında durdu, aşağı baktı. Gözünün önüne yıllar önce ölen oğlunun cesedi
geldi. Her dalgayla evladının cansız bedeninin kayalara çarpışını dün gibi hatırlıyordu.
Gözlerini kapadı.
Elini torbasının içine sokup son kalan şekerleri de avucuna aldı. Sonra
uçurumdan aşağı tek bir hamlede savurdu. Çocuklar da oyun oynuyormuşçasına şekerlerin
peşinden bir bir aşağı atladılar. Hepsi aşağıdaki sarp kayalığa çarparak birer
birer can verdiler. Aileleri ise misafirleriyle o kadar meşguldüler ki
çocuklarının kaybolduğunu ancak saatler sonra fark ettiler. Sokağa çıkıp
aramaya koyuldular ama nafile mahallede bir tek çocuk bile kalmamıştı. Her yeri
aradılar ama hiçbir yerde yoktular. Muhtar ormanlık tarafa bakmayı önerince
mahallelinin aklına ormanın sonundaki uçurum geldi. Yıllardır kimse ormana
girmediğinden hiç akıllarına gelmemişti uçuruma bakmak. Hepsi koşar adım
uçuruma gittilerse de artık çok geçti. Falezlerde tam yirmi sekiz tane çocuk
cesedi vardı. Su çocukların kanlarından kıpkırmızı olmuştu. Aynı Şekerci
Kadın’ın şekerleri gibi…
Hikayeyi tekrar gözden geçirmem için ısrarlarda bulunan ve bazı yerlerde değişiklik yapmam konusunda teşvik eden Hades Kharon'a teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder