7 Eylül 2012 Cuma

İnanmak...


…Ya bu sefer bir şey varsa gerçekten? Ya yine geldiyse ‘o’? Gelmeyecek bir daha diye aslında nasıl da kandırabildim kendimi? Bu sefer ucuz atlatamayacağım. Ensemde hissedebiliyorum o iğrenç kokulu nefesini. Eğer varsan ve beni affedebileceksen; inanmadığım onlarca yıl için, lütfen kurtar hemen beni Tanrım! İlk kez sana ihtiyaç duyuyorum, çünkü bu sefer gerçekten geri döndü!..


 Stephen 10 yaşında; daha hayattan ve onun getirdiği sıkıntılardan uzak olan bir çocuktu. Okul yeni bitmişti. Yaz tatili için birkaç gün sonra ayrılacaklardı. Ama gitmeden önce şu ‘Yatağımın Altında ki Canavar’ isimli saçma kitabın özetini çıkartmak ve yaz dönemi ödevlerinden en büyüğünü bitirmek niyetindeydi. 100 sayfalık bu kitabın; o zamana kadar okuduğu en sıkıcı kitap olduğunu düşünüyordu. Canavarlara, uzaylılara, örümcek adama, noel babaya ve benzer hiçbir şeye inanmıyordu. Bunlar onun için tam bir saçmalıktı. İşte o yüzden bu kitabı okumak onun için işkenceden farksızdı. Bu kitap yerine resimli dinozor ansiklopedisini okuyabilirdi. En azından onlar bir zamanlar yaşamışlardı. Tatile çıkmadan 2 gün önce kitabı bitirdi. Daha önce çok fazla yaşamadığı bir duygu; yavaşça filizleniyordu yüreğinde. Bu korkudan başka bir şey değildi. Bunun sebebi belki de hikâyede ki ölen çocuklardan birisi ile aynı isme sahip olmasıydı. Bunu düşünmek istemedi. Saçmalık deyip unutmaya çalıştı. Gece yatağına yattığında; gameboy ile oynamaya çalıştı. Yalnız ters giden bir şeyler vardı. Gameboy tuşlarla iletilen komutu kabul etmiyordu; kardeşini oynadığı o saçma canavarlı oyun açılıp duruyordu. Buna bir anlam yüklememeyi isterdi; ama geç kalmıştı. İnanmadığı bir şeyden korkması saçmaydı. Bunu kabul etmek kolay ama duygularına söz geçirmek zordu. Bir keresinde babası; inanırsan, gerçek olur demişti. Zor da olsa inandığını kabul etmeliydi. Bu arada cam birden açıldı; sehpanın üzerine koyduğu kitap önce yere düştü, sonra sayfaları hızlıca dönmeye başladı; önce canavarın çocuğu yediği tasvir edilen sayfa açıldı, sonra canavarın; aklından silinmeyen resminin bulunduğu sayfa. Ona canavar demek aslında garipti. Çünkü insan boylarında; üstünde siyah ve uzun bir cüppe olan; yüzü görülmeyen ama gözlerinde ki kırmızılığın apaçık belli olduğu bir hayaletti ona göre. Bu sırada dikkatlice baktı; dolunayın ışığı penceresinden süzülüp resmi, sanki büyük bir el feneri gibi aydınlatıyordu. O sıra resmin hareket ettiğini fark etti. Sanki sürekli büyüyordu, biraz sonra resim artık 3 boyutlu bir şekilde karşısındaydı. Yavaş yavaş ete bürünen o saçma mumya filmlerin de ki gibi; görsel olmaktan çıkıp hayat kazanıyordu. Stephen ise ne hareket edebiliyor ne de bağırabiliyordu. Yatağını ıslattığının bilincindeydi. Canavar yavaşça ona doğru eğildi; nefesi bir keresinde çocuklarla okuldan gelirken gördükleri o ölü kedi gibi kokuyordu. Stephen’in boynuna sardığı eli; buzdan daha soğuktu. Yavaş yavaş ısınmaya başladı. Bir süre sonra artık neredeyse dayanılmayacak bir sıcaklık yayıyordu. Boğazının yandığını hissetti. Yanık boğazının kokusunu alabiliyordu. Bilincini kaybetmek üzereydi, korkuyor, canı acıyor ama asla hareket edemiyordu. İşte o sırada kapı açıldı ve babası içeri girdi. Sonrasını hatırlayamıyordu. Sadece bir sıcaklık ve karanlık vardı…
Gözlerini açtığında parlak ışıkları yüzünde hissetti. Birkaç metre ilerisinde vızıldayıp duran ve daha şimdiden sinirlerini bozan bir sinek vardı. Ellerini ve ayaklarını hissedemiyordu. Göz kapakları sanki yıllardır uykusuzmuş gibi acıyordu. Boğazı ise oldukça kuru gibiydi. Ama bir sıkıntı vardı; boğazında daha önce hissetmediği bir şeyler… İnlemeye çalıştı ama bunda da başarılı olmadı, dayanılmaz bir ağrı beyninin içinde onu harap ediyordu. Sesini çıkartamıyordu. Neler olduğunu yavaşça hatırlamaya başladığı an tüm her yer karardı ve bir çift kırmızı, yakıcı göz belirip kayboldu. O sırada birisinin ‘uyandı, o uyandı’ diye resmen çığlık attığını duydu. Biraz sonra yanında annesi ve onlarca sağlık personeli duruyordu. Annesi zorlukla tebessüm ediyor; bir taraftan ağlıyordu. Biran ellerini hissetti; annesinin o tanıdık; yumuşak ve sıcacık dokunuşu sakinleştirmişti zihninden geçen karanlık düşünceleri. Ve artık bazı kısımlarını hissedebiliyordu vücudunun. Yaşıyor olduğuna işte o zaman sevindi. Ama gerçekler o kadar sevindirici değildi.
Doktorlar neredeyse erimek üzere olan boğazının hayati kısımlarını düzeltmişti ama ses tellerini bu uğurda feda etmek zorunda kalmışlardı. Yaşaması büyük bir mucizeydi.  Ve estetik ameliyat olana kadar; boğazında ki o büyük el izi ve onlarca dikiş öylece kalacaktı. Ama bunlar kötü haberler içinde; babasının yanarak öldüğü haberinin yanında ufak şeylerdi. Bu mistik olaya kimse bir yorum getirememişti. Ama olanlar olmuştu. Stephen artık hiç konuşamayacak ve babasız birisi olarak hayatına devam edecekti.
Yıllar geçtikçe Stephen büyüdü. 26 yaşına geldiğinde biyoloji dalında büyük başarıları olan genç ve herkesin takdir ettiği bir araştırma görevlisi olmuştu. Şimdiden birçok üniversiteden teklif geliyordu. Neredeyse her hafta başka programlara katılıyordu. Evrimin gerçek olduğunu ve teizmin saçmalıktan öte gidemediğini savunuyordu.  Ara fosiller hakkında açıklamalar yapıyordu, belgeler sunuyordu sürekli. Ahh diyordu birde sesim olabilse… Bu konuda zamanında çok sıkıntı çekmişti, hala da çekiyordu. Bu engele rağmen ayakta durması, hele büyük başarılara imza atması birçok kişiyi etkilemişti. Artık o bir fenomendi. Ama hiçbir gece o berbat günleri hatırlamadan uyuyamıyordu. Eli boğazına gidiyordu sürekli… Ve odasında hiçbir zaman kitap okumuyordu. Yerde asla dağınık bir şey bırakmıyordu. Ateizmin ateşli bir savunucu olsa bile bu tür bir yaşanmışlığı unutamıyor; ‘o’ nun tekrar gelmesinden ölesiye korkuyordu. Çocukken gittiği psikologlar ve psikiyatrlar bunun zihninin bir oyunu olduğunu söylese bile; buna inanmak dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun kabul etti dinleri yıkmaktan zor geliyordu. Gece uyku hapları içmeden uyuyamıyor, arkasını döndüğü taraftan sürekli ‘o’ gelecekmiş gibi hissediyordu. Ve bu birçok sıkıntılı gece demek oluyordu…
Babasının ölüm yıl dönümünde bu sefer kardeşi, kardeşin eşi ve çocukları, annesiyle beraber ona geleceklerdi. O gün evi temizlemekle, düzenlemekle uğraştı. Akşam herkes artık tam olduğunda yemeğe oturdular. Yeğenlerini özellikle seviyordu. Onlara hediyeler almıştı. Ama özellikle 11yaşında ki Cal’ a hayrandı. Ona kendi çocukluğunu anımsatıyordu… Saatler günün son zamanlarını gösterdiğinde; Cal uymadan önce ödev yapmak için izin istedi; Stephen odasını kullanabileceği söyledi. Orada büyük ve rahat bir masa vardı. Gece o kadar güzeldi ki…
Gece saatler 2 yi gösterdiğinde evde tek uyanık kalan Stephen olmuştu. İndirimden aldığı Johny Walker’i içiyor bir taraftan yarın ki planlarını sessizce gözden geçiriyordu. Uykusunun geldiğini hissettiğinde kimseyi uyandırmamak için yatak odasına sessiz adımlarla geçti. Alkolü fazla kaçırdığı için başı dönüyordu. Üstünü değiştirip yatağına yattı. O gece mükemmel bir dolunay vardı. Bir ara gökyüzünü izlerken içi geçti. Hayalle gerçek arası bir şeyler görüyordu. Babası ona futbol öğretmeye çalışıyordu. Gol atamayınca üzüldüğü anları üçüncül bir kişi olarak izliyordu. Babası yanına gelmişti.
-Üzülme. Eminim ki ileride çok güzel oynayacaksın.
-Gerçekte mi?
-Bak evlat, neye inanırsan, gerçek olur. Şimdi kendini toparlama vakti…O sırada bu gördüğü sahnede bir gariplik olduğunu hissetti. Babasının sesi çatallaşmış, boynunu tutan eli buz gibi olmuştu, nefesi iğrenç…… O sırada tamamen uyanık duruma geçti zihni. Etrafına bakındı. Hiçbir şey yoktu. Ama o iğrenç çürümüş et kokusunu burnu alıyordu. Yatakta doğrulup, oturur pozisyona geçti. Bir ses işitti. Aklından ‘o’ gece ki olaylar hızla geçmeye başladı. Kalbi hızla çarpıyor, adeta yerinden çıkmak için kendini zorluyordu. Tekrar gelmiş olduğunu düşündü. Bunun başka bir açıklaması olmazdı. Tanrıya dua etmek için çok mu geç kaldım diye düşündü. Tam o sırada cam büyük bir gürültüyle açıldı, yeğeninin masada duran kitabı sanki bir film karesindeymiş gibi uçtu yavaşça ve kucağına kondu. Sayfalar hızla dönmeye başladı; işte yine o resim karşısındaydı. Hareket edemiyordu. Resim canlanmaya başlamıştı. Bacaklarının üstüne oturmuş olarak tam karşısında duruyordu. Bu sefer iki elini de boğazına doğru götürdü. Ağzını yaklaştırdı, koku artık dayanılmayacak gibiydi. Yavaş hareketlerle kulağına eğildi ‘neye inanırsan, gerçek olur’ dedi zor anlaşılan, çatallı sesiyle. Sonrası yoktu ve bir daha hiç olmadı…

Sabah odasına kahvaltıyı getiren annesinin çığlıklarını, diğer ev sakinlerinin ki izledi. Eve gelen polis ve acil yardım ekibi önce kokudan içeri giremediler. Maskelerini giymek zorunda kaldılar. Etrafta çürümüş et kokuyordu. Stephen’in gözleri korkuyla açılmıştı, ağzı neredeyse 180 derece açıktı. Çene kemiği kırılmıştı. Başı yerinde duruyordu ama boynun tamamı kül olmuştu. Vücudunda da her hangi bir darbe yoktu… O gün hemen sessizce gömüldü cesedi. Ve yine Tanrıya dualar edildi…



Not; Hikaye de ateist bir kişinin son anlarında dua etmeyi düşünmesi, sadece ama sadece kugunun gerekliliğidir. Bir mesaj yatmamaktadır. Saygılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder